Marilyn Monroe İçin Dua

Tanrım,

gerçek adı bu olmasa bile

tüm dünyada Marilyn Monroe olarak tanınan bu kızı kabul buyurunuz,

(ama siz zaten onun gerçek adını biliyorsunuzdur,

o dokuz yaşında tecavüze uğramış küçük yetimin adını

ve on altı yaşında canına kıymak istemiş o tezgahtarın adını yani…)

Ve şimdi Sizin huzurunuza, uzay gecesine bakan bir astronot gibi

tek başına çıkıyor: makyajsız, basın sözcüsü yanında olmadan,

etrafında fotoğrafçılar ve dağıtacağı imzalı resimleri olmadan.

Bir çocukken (Times’a göre) rüyasında çıplak olduğunu görmüş bir kilisede,

başları yerde secdeye kapanmış bir kalabalığın önündeymiş.

Ve kafalara basmamak için parmak uçlarında yürümek zorundaymış.

Psikiyatristlerden daha iyi bilirsiniz siz rüyalarımızı.

Kilise, ev, mağara, bunların hepsi ana rahminin güvenliği timsalidir

ve bunun yanı sıra başka şeyler de var:

Hayranlarını simgeliyor o kafalar, bu apaçık,

(ışık huzmesinin altındaki karanlıkta olan kafalardan yığınlar).

Ama tapınak 20th Century-Fox film stüdyosu değil.

Mermer ve altın tapınak onun bedeninin tapınağıdır,

ki içinde elinde bir kırbaçla insanoğlu

dua evini hırsızlar inine çeviren

20th Century-Fox stüdyo patronlarını kovalamaktadır.

Tanrım,

Günahlar ve radyoaktiviteyle kirlenmiş bu dünyada,

her tezgahtar kız gibi bir film yıldızı olmayı hayal etmiş

o tezgahtar kızı suçlamayacaksınızdır umarım ki:

ve hayalleri gerçek oldu (ama Technicolor misali bir gerçeklikte).

Ona verdiğimiz senaryoya göre oynamaktan başka bir şey yapmadı,

kendi hayatlarımızın senaryosuydu bu ve saçma sapan bir şeydi.

Onu affet, Tanrım, ve bizi affet

Yirminci Yüzyılımız için,

hepimizin çalıştığı o Devasa Süper Prodüksiyon için.

Sevgiye açtı ve biz ona sakinleştirici sunduk.

Aziz olmadığımızın onda yarattığı üzüntü için

psikanaliz önerildi ona.

Tanrım, kameraya karşı onun giderek artan korkusunu hatırlayınız,

ve onun makyaj nefretini ve her sahnede makyaj yapılmasındaki ısrarları

ve onun içindeki dehşetin nasıl büyüdüğünü

ve stüdyolara giderek daha geç kalışlarını.

Her tezgahtar kız gibi

Bir film yıldızı olmayı hayal ediyordu.

ve hayatı bir psikiyatristin yorumladığı ve arşivlediği bir rüya gibi gerçek dışıydı.

Aşk maceraları gözleri kapalı bir öpücüktü.

Sonra gözlerini açtığında spot ışıklarının altında olduğunu anlıyor

ve söndürülür spot ışıkları!

Ve odanın iki duvarını yıkmışlardı (bir film setiydi bu),

sahne çoktan çekilmiş olduğu için

film yönetmeni senaryosuyla çekip gitmişti.

Ya da bir yat gezisi, Singapur’da bir öpücük, Rio’da bir dans,

Windsor’un Dük ve Düşesi’nin malikanesindeki şölen,

Sefil dairenin daracık salonunda izlenmişti bunların hepsi.

Ve film bir son öpücük olmaksızın bitti.

Yatak odasında ölü bulundu, elinde telefonla.

Ve dedektifler onun kime telefon açtığını asla öğrenemedi.

O da herkes gibi

tek dostça sesin sahibi numarayı çevirmişti

ve sadece kaydedilmiş bir cevabı duymuştu: YANLIŞ NUMARA.

Ya da gangsterler tarafından yaralanan biri gibi

kablosu kesilmiş bir telefona uzanmıştı eli.

Tanrım: Aramak üzere olduğu veya aramayacağı kişi

her kim idiyse (ve belki de kimse değildi bu

veya Los Angeles telefon rehberinde numarası olmayan biriydi belki de)

telefonu siz açın, Tanrım!

Ernesto Cardenal (Nikaragua, 1925-2020)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ahmaklar

Rüzgârda çarpıp duran aptal bir kapı gibi
gevezelik etmekte
dünyadaki ahmaklar. Onu herkes duymaktadır,
çünkü bundan kaçınmak imkânsızdır.
Müziğin ve mahrem konuşmaların sesini
bastırır gücenik velvelesi.
Her türden tefekkürü engeller,
ve budur da onun tek emeli;
büsbütün saçmalık yani. Kimse anlamaz
onun pespaye bildirimlerini.
Öğünlerimizi yeriz
o budala kapının sesi eşliğinde.
Onun gerzek gürültüsü sürer
bütün bir gece; sızar uykunun içine
ve karışır düşlerimize.
Bittiğini düşündüğün her sefer,
yeni baştan başlar. O kapı bağırır
ve ağız dolusu küfreder kendisine.
Ahmakların durumu böyledir işte.

Niels Hav (d. 1949, Danimarka)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

ÜLKE

Ülke eğer bir köpekbalığı ağzı değilse
terk etmez ülkesini hiç kimse.
Koşarsın sınıra ulaşmak için, sadece
bütün şehrin sınıra koştuğunu gördüğünde.

Komşuların senden hızlı koşmakta,
gırtlaklarındaki nefes lekelenmiş kanla.
Birlikte okula gittiğin o oğlan var ya,
hani o eski kalay fabrikası arkasında
öpüşüyle döndürmüştü başını,
boyundan büyük bir tüfek taşıyor şimdi.
Ülken sana kalman için izin vermediğinde,
işte o zaman terk edersin ülkeni sadece.

Ülke kovalamadığı müddetçe,
terk etmez ülkesini hiç kimse.
Ateş vardır ayaklar altında
ve sıcak kan karnında;
yapmayı düşündüğün bir şey değildir bu,
ta ki dumanı tüten o süngü tehdit edene kadar enseni
ve o zaman bile taşıyıp durmuştun hatta
milli marşı nefesinin altında
bir havaalanı tuvaletinde pasaportunu parçalara ayırırken;
ve her bir ağız dolusu kağıdı hıçkırarak yutarken
artık geriye dönemeyeceğini apaçık anlarsın.

Anlamak zorundasın:
karadan daha güvenli olmadığı müddetçe,
çocuklarını bir bota bindirmez hiç kimse.
Avuç içlerini trenlerin altında
vagonların altında
yakmaz hiç kimse.
Gazete yiyerek günler ve geceler geçirmez hiç kimse
bir kamyonun karnında, kat edilen kilometreler
yolculuktan daha fazla anlam taşımadığı müddetçe.
Hiç kimse parmaklıkların altından sürünmek istemez;
hiç kimse dövülmek istemez;
kendisine acınmasını kimse istemez.

Hiç kimse mülteci kamplarını tercih etmez
veya beden acı içinde kıvranırken
üstünün çırılçıplak aranılmasını kimse istemez;
veya istemez hapsedilmeyi hiç kimse,
fakat yanan bir şehre oranla
daha güvenlidir bir hapishane.
Ve gecede hapishanedeki bir gardiyan
daha iyidir babana benzeyen
bir kamyon dolusu erkekten.
Hiç kimse kabul edemez bunu.
Hiç kimsenin midesi kaldırmaz bunu.
Hiç kimsenin derisi o kadar kalın değil.

Bütün o söylemler:
siyahlar, mülteciler
ülkenize gidin;
pis göçmenler;
sığınmacılar
ülkemizin iliğini emiyorlar;
ellerini açmış zenciler;
garip kokuyorlar;
vahşiler;
kendi ülkelerini mahvettiler ve şimdi istiyorlar ki
bizim ülkemizi mahvetsinler.
Nasıl oluyor da sırtında döneniyorken
o sözcükler, o kirli bakışlar
katlanılıyor bunlara?
Belki bunun nedeni bir tokadın daha yumuşak olmasıdır
kopan bir kola veya bir bacağa oranla.

Veya o sözcükler daha yumuşaktır
bacaklarının arasındaki
on dört erkeğe oranla;
veya hakaretleri yutmak
daha kolaydır
harabeye dönmeye oranla…
kemiklerinin kırılmasına oranla…
çocuğunun bedeninin parçalara ayrılmasına oranla…
Ülkeme dönmek istiyorum;
fakat ülkem bir köpekbalığının ağzıdır.
Ülkem bir tüfeğin namlusudur.
Ve ülke denize kadar kovalamadığı müddetçe
terk etmek istemez ülkesini hiç kimse.
Şunları demedikçe sana ülken: Adımlarını hızlandır;
elbiselerini ardında bırak;
çöllerde sürün dur;
bata çıka git okyanuslardan;
boğul;
kurtul;
aç kal;
dilen;
gururunu unut;
hayatta kalman daha önemli.

Hiç kimse terk etmez ülkesini ta ki ülke yorgun sesiyle
Şunları diyene dek sana:
Terk et beni.
Kaç benden şimdi.
Ne hale geldiğimi bilmiyorum şimdi.
Fakat biliyorum ki herhangi bir yer
benden daha güvenlidir.

Warsan Shire (d.1988)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

EV

-I-
Bütün kadınların içinde kapalı odalar vardır, diyor annem: arzudan mutfak,
kederden yatak odası, ilgisizlikten banyo.
Bazen anahtarlarıyla gelir erkekler,
ve bazen gelir erkekler çekiçleriyle.

-II-
Nin soo joog laga waayo, soo jiifso aa laga helaa, (*)
Dur dedim O’na, Hayır dedim O’na, fakat dinlemedi o adam.

-III-
Belki bir planı vardır kadının; belki kendisinin yapmak için geri alır adamı,
buz dolu bir küvette birkaç saat sonra uyanması için adamın
kuru bir ağızla, aşağı doğru bakarken kendisinin yeni ve şık yöntemine.

-IV-
Bedenimi gösteriyorum parmağımla ve diyorum ki:
Ah, bu eski şey mi? Yeni giyindim bunu üstüme.

-V-
Bunu yiyecek misin? diye soruyorum anneme, parmağımla gösteriyorum yemek masasında uzanan ve ağzında kırmızı bir elma doldurulmuş olan babamı.

-VI-
Vücudum ne kadar büyük olursa, o denli daha fazla kapalı oda var onda, ve o denli daha çok erkek gelir anahtarlarıyla. Anahtarı o kadar da içeri sokmamıştı Anwar; hâlâ düşünüyorum içimde acaba ne açabilirdi diye. Basil gelmişti ve üç yıl kapı önünde duraksayıp durmuştu. Mavi gözlü Johnny, başka kadınlarda da kullandığı bir çanta dolusu alet edevatla gelmişti: bir saç tokası, bir şişe çamaşır suyu, bir sustalı bıçak ve bir kavanoz vazelin. Tanrı’nın ismini bağırmıştı Yusuf anahtar deliği arasından ve hiç kimse cevap vermemişti. Bazıları yalvarmıştı; bazıları bedenimin yan tarafına bir pencere bulmak için tırmanmıştı; bazıları yolda olduklarını söylemişlerdi ve gelmemişlerdi.

-VII-
Dokunulduğun yerleri oyuncak bebek üstünde göster bize, dediler.
Dedim ki onlara, Oyuncak bir bebeğe benzemiyorum ben, bir eve benziyorum.
Dediler ki bana, Evin üstünde göster bize.

İşte böyle: İki parmak reçel kavanozunda.
İşte böyle: bir dirsek banyo suyunda.
İşte böyle: bir el çekmecede.

-VIII-
Sana şunu söylemeliyim ki, dokuz yıl önce ilk âşık olduğum çocuk sol göğsümün altında bir kapak bulmuştu, oradan aşağı düşmüştü ve o tarihten bu yana ortada görülmedi. Arada sırada hissediyorum kalçamda sürünen bir şey olduğunu. O çocuk bilincinde olmalı ki, ben O’nu muhtemelen serbest bırakacağım. Umarım ki o çocuk, kibar anneleri olan taşradan gelmiş iki kayıp çocukla toslaşmamıştır. Çok kötü şeyler yapmıştı o iki çocuk ve saçlarımın labirentinde kaybolmuşlardı. Yeterince iyi davranmıştım onlara, bir dilim ekmek ve eğer şanslıysalar bir parça meyve. Mavi gözlü Johnny hariç… saç örgülerimi aralamıştı ve emekleyerek içeri girmişti. Aptal oğlan… korkularımın mahzeninde zincirlendi ve müzik çalmıştım oradan söküp atmak için.

-IX-
Tak tak kapı.
Kim var orada?
Hiç kimse.

-X-
Eğlence partilerinde parmağımla vücudumu gösterip diyorum ki “İşte burası aşkın öleceği yer. Hoş geldiniz; içeri geçin; kendinizi evinizde hissedin.” Herkes gülüyor; benim şaka yaptığımı sanıyorlar.

Warsan Shire (d.1988)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

(*) Çevirenin notu: Şiirin orijinalinde Somali dilinde yer alıyor bu dize. “Burada hiç erkek yok; uzanacak yer yok burada” anlamına geliyor.

Gün Gelecek Seveceğim Ocean Vuong’u

Ey Ocean, korkma.
Yolun sonu öyle ötelerde ki
şimdiden ardımızda kaldı bile son.
Kaygılanma. Baban sadece ikinizden biri
unutana kadar babandır. Diz kapaklarımız
kaç kere öpse bile kaldırımları,
öylesine hatırlamak istemez omurga
kanatlarını. Ey Ocean,
dinliyor musun? Bedeninin en güzel yeri
üstüne annenin gölgesinin düştüğü
her yerdir.
İşte burada o ev, ki çocukluk yonga yonga
kırpılmıştı tek bir kırmızı tuzak ipinde.
Kaygılanma. Ufuk adını tak ona
ve böylelikle ulaşamazsın ona asla.
İşte burada bugün. Hopla. Seni temin ederim ki
bir cankurtaran sandalı değil bu. İşte burada
kolları senin gidişini toparlayabilecek denli geniş
o adam. Ve burada o an,
ışıklar az önce sönmüştü hani, ve görüyordun hâlâ
adamın bacakları arasındaki o donuk el fenerini.
Kendi ellerini bulmak için
nasıl kullanmıştın onu tekrar tekrar.
İkinci bir şans diye yalvarmıştın
ve bir ağız verilmişti içine boşaltılması için.
Korkma, silah atışı
biraz daha fazla yaşamak isteyen insanların
sesidir sadece. Ocean, ey Ocean,
yukarı çık. Bedeninin en güzel yeri
yukarı doğru yönelen yeridir. Ve hatırla,
yalnızlığın dünyayla geçireceği
zamanı var hâlâ. Burada işte
içinde her şeyin olduğu oda.
Rüzgâr misali geçip gidiyorlar
ölü arkadaşların senin içinden,
bir yel çıngırağının içinden. Burada işte
bacaklarından biri hasarlı olan o masa ve onu tutmak için
bir takoz. Evet, işte buradaki öyle sıcak bir
odadır ki, öyle kan dökülmeyecek bir yerdir ki,
yemin ederim ki uyanacaksın –
ve şuradaki duvarların hepsini
deri sanacaksın.

Ocean Vuong (d.1988, Vietnam)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ev Yıkıcısı

Ve böyle dans etmiştik: annelerimizin
beyaz elbiseleri dökülürdü ayaklarımızdan, Ağustos sonu

ellerimizi koyu kırmızıya döndürürdü. Ve böyle sevmiştik:
votkanın beşte biri ve tavan arasında bir ikindi, parmakların

tarardı saçlarımı – saçlarım sönmez bir ateş.
Kulaklarımızı tıkardık ve senin babanın öfke nöbeti dönüşürdü

kalp atışlarına. Dudaklarımız dokunduğunda kapanırdı gün
bir tabutun içinde. Kalp müzesinde

başsız iki kişi inşa etmekteler yanan bir evi.
Şöminenin üstünde her daim av tüfeği.

Her daim öldürülecek başka bir saat – sadece bazı tanrılara yakarılır
geri vermesi için. Tavan arası olmazsa, araba. Araba olmazsa,

rüya. O oğlan olmazsa, kıyafetleri. Hayatta değilse,
telefonu kapat. Çünkü çemberler çizerek

yol aldığımız bir mesafedir sene. Anlamı şudur bunun: işte böyle
dans etmiştik: uyuyan bedenlerde yapayalnız. Anlamı şudur bunun:

İşte böyle sevmiştik: bir dile doğru dönen
dil üstündeki bir bıçak.

Ocean Vuong (d.1988, Vietnam)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ertelenmiş Zaman

Daha zor günler yaklaşmakta.

Hükümsüzlüğü ertelenmiş zaman

görünür hale gelir ufukta.

Yakında ayakkabını bağlayacak

ve köpekleri bataklıktaki çiftliklere salacaksın.

Çünkü soğudu rüzgârda

balığın bağırsakları.

Zayıf yanıyor acı baklaların ışığı.

Siste hissedilebilir bakışların:

Hükümsüzlüğü ertelenmiş zaman

görünür hale gelir ufukta.

Orada sevgilin batıyor kumda;

dalgalı saçlarına tırmanıyor kum;

sözünü kesip duruyor kum;

susmasını emrediyor kum;

sevgilini ölümlü buluyor kum

ve her bir sarılıştan sonra

ayrılmak istiyor kum.

Etrafına bakma.

Ayakkabını bağla.

Köpekleri geri sal.

Balıkları denize at.

Söndür acı baklaların ışığını!

Daha zor günler yaklaşmakta.

İngeborg Bachmann (1926-1973, Avusturya)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

NÂZIM HİKMET İÇİN BİR KIŞ ÇELENGİ

Nâzım, sen niçin öldün ki?

Ve şimdi şarkıların olmadan neyleriz?

O pınarı nerede buluruz şimdi biz?

Bizi bekleyen o kocaman gülüşün gayrı nerede olur ki?

Senin duruşun olmadan, o bükülmez duyarlılığın olmadan neyleriz?

Gerçeği talep eden, ıstıraptan ağlayan ve sevincin cesaret timsali

O gözlerin gibi ateş ve su barındıran başka gözleri nerede bulabiliriz?

Kardeşim, bana öyle çok şey öğrettin ki,

Ellerim doluyken alsa benden onları denizin kekre rüzgârı,

Giderler belki ötelere ve yağarlar kar gibi

Ölünce de seni bağrına basan, yaşamayı seçtiğin o ülkede.

Şili kışından bir buket kasımpatı,

Güney Denizleri’nin soğuk Haziran ayı

Ve başka bir şey daha: halkların mücadelesi, benim mücadelem,

Ve anayurdunda bir yas trampetinin donukça yuvarlanışı.

Kardeşim, ey asker, gayrı yeryüzü ne kadar yalnızdır benim için

Altın bir kiraz ağacı gibi çiçeklenen yüzün olmadan;

Ağzıma ekmek, susuzluğuma su, kanıma kuvvet gibi gerekli

Senin dostluğun olmadan!

Zulüm, hata ve acı dolu o karanlık kuyular misali mahpushanelerden

Geldiğini gördüm; ve senin ellerinde cezanın ayak izini izledim;

Aradım gözlerinde nefretin dikenini.

Fakat senin getirdiğin ışıl ışıl yüreğindi;

Yaralı yüreğin sadece ışık getirdi.

Ve şimdi? Merak ediyorum. Bakayım, düşüneyim:

Dünyaya verdiğin çiçek olmasaydı nice olurdu dünya.

Halkın berraklığını ve şairin onurunu bana göstermeseydin,

Nice olurdu mücadele, düşüneyim.

Teşekkürler olduğun her şey için

Ve senin şarkının sonsuza dek yaktığı ateş için.

Pablo Neruda (1904-1973. Şili)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

YAĞMUR

toprakta sere serpe yayılmış

gür ve yumuşak kadın saçı misali

bugün yağmur –

kasvetli, serin ve rayihalı.

sen ki eğilmişsin yüreğinin karanlık yasına

ve aldatılmışsın aşkta,

işit yağmurun mırıltısını

ve dinle avutucu konuşmasını –

her şey büyür,

her şey gelişir

ve her şey yiter –

ama elde kalır hayat.

Artur Lundkvist (1906-1991. İsveç)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Devinim İçinde

Asla en büyük gün değil o doygun gün.
Susuzluğun bir günüdür en iyi gün.

Galiba amaç ve anlam bulunur yolculuğumuzda –
fakat değer taşıyan yoldur, karşılaşmamızda.

En iyi amaç gece boyu süren dinlence,
ki orada tutuşur ateş ve koparılır ekmek aceleyle.

Bir kerecik uyunulan o yerlerde,
güvenlidir uyku ve şarkı doludur düşler de.

Yola koyul, kop git! O yeni gün ışımakta.
Bizim kocaman maceramız sonsuzca.

Karin Boye (1900-1941, İsveç)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Sen Ruhumun Dirilişisin

Sen ruhumun dirilişisin
gerçeklikte esrimem için,
ki dokunur hava bana ateş misali
ve görünür camdan bir deniz gibi;
ve gözlerimin gücü
uyuşturur algılarımı;
bütün renkler sönümlenir
sarhoş ışıltılarda.

Sen gücüsün istencimin;
asla sahip olmadığım
bir güç verirsin bana,
beklemek ve eyleme geçmek için.
Evet, beni heyecanlandıran ve avlayan
ruhumun açlığısın sen; bundandır işte
bir sevinç olması tüm günlerimin
sen olunca işin içinde.

Hayatımın olgunluğusun sen.
Tamamlıyorsun beni.
Geçmişimden toparlanıyorlar
her bir lif ve en küçük kırıntılar.
Yüzlerce ayrık yolda
yürüdüm ve çabaladım.
Şimdi buluşuyor onların hepsi.
Sana doğru yaşadım ben.

Karin Boye (1900-1941, İsveç)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Dilek

Ah izin ver doğru yaşamama
ve bir gün doğru biçimde ölmeme;
böylelikle kötü de olsa iyi de
dokunabileyim gerçekliğe.
Ve izin ver dinginliğime,
ve gördüklerime saygı göstermeme;
yani şu şey bu olabilir sadece
ve daha fazlasını beklememeye.

Tüm hayatın uzun seyrinde
tek bir gün kalsa geriye,
o vakit arardım ben
dünya hayatındaki en güzel şeyi.
En güzel şey dünyadaki
dürüstlüktür sadece;
fakat odur yalnız hayatı hayat
ve gerçek kılan.

Yani şu engin dünya
çiy çanağının taçyaprağıdır;
ve dinlenir çanağın içinde
bir damlacık berrak su.
O biricik dingin damla

gözbebeğidir hayatın.
Ah, ona bakmaya layık kıl beni!
Ah, arındır beni!

Karin Boye (1900-1941, İsveç)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Evet, elbet acıtır

Evet, tomurcukların çatlaması elbet acıtır.
Yoksa niye duraksasın ki bahar?
Niye bütün o sıcak hasretimiz
sargılansın ki şu kekre soluklukta?
Kış boyunca tomurcuk halindeydi kın.
Yıpratan ve patlayan o yeni şey nedir?
Evet, tomurcukların çatlaması elbet acıtır;
acıtır
büyüyen ve kapanan bir şeyi.

Evet, galiba zordur damlaların düşmesi.
Endişeyle titreyerek hantalca asılı dururlar;
sarılırlar dallara sımsıkı, şişerler, kayıp giderler –
Nasıl tutunmuş olsalar da, ağırlıkları aşağı çeker onları;
kararsız, korkmuş ve bölünmüş olmak zordur;
derinliğin çektiğini ve çağırdığını bilmek zordur;
yine de geride kalan olmak ve titremek sadece –
zordur geride kalmayı istemek
ve istemek düşmeyi.

Yani, en kötü durumdayken ve çaresizken,
çatlar ağacın tomurcukları sevinç içinde.
Yani, hiçbir korku sürmüyorken artık,
bir parıltı içinde düşer dalların damlaları;
unuturlar yeni olandan korktuklarını;
unuturlar yolculuktan tasalandıklarını –
Bir saniyeliğine tanırlar o en büyük itimadı;
yaslanırlar
dünyayı yaratan o güvene.

Karin Boye (1900-1941, İsveç)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Armağan

En derin geceden konuşuyorum
En koyu karanlıktan konuşuyorum
ve gecenin sınırlarını konuşuyorum.

Eğer evime gelirsen sevgili dost,
bir lamba getir bana
ve küçük bir anahtar deliği
böylelikle bakabileyim mutlu caddenin kalabalığına.

Füruğ Ferruhzad (1935-1967, İran)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Lirik Şiir

Taşlar gibi
Duygudan yoksun dinliyorsun şarkımı.
Kesin ve karşı koymayarak unutuyorsun sen.

Füruğ Ferruhzad (1935-1967, İran)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Yeniden Selâmlayacağım Güneşi

Yeniden selâmlayacağım güneşi
bende akan su çağıltısını
düşüncelerim olan bulutları
benimle birlikte kurak mevsimlerin
acı dolu gelişimini yaşayan kavakları
ve bana tarlaların gece kokusunu
armağan eden
karga sürülerini.
Bir aynada yaşayan
annemi selâmlayacağım
ki yaşlılığımın resmiydi

Füruğ Ferruhzad (1935-1967, İran)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Dünyasal Şiirler

İşte güneş soğudu
ve yeryüzü nimetleri yok oldu
ve tepelerde soldu otlar
ve sonra
sığmadı toprağa ölüler.

Ve gece birleşmişti topluluk ve başkaldırıyla
bir ayna görüntüsü gibi bulanık
bütün renksiz pencerelerde
ve yollar bırakmıştı karanlığa doğrultularını.

Gayrı düşünmedi kimse sevdayı
gayrı düşünmedi kimse utkuyu
ve düşündüğü de yoktu kimsenin artık.

Yalnızlığın kovuklarında
doğdu boşluk
afyon ve ban-otu kokuyordu kan
gebe kadınlar başsız çocuklar doğurdu
ve beşikler utanç içinde gömütlere gizlendi.

Karanlık ve buruk zamanlardı.
Ekmek yok etti
yalvaçsı tansıkların gücünü
aç ve umutsuzca
göçtü peygamberler
adanmış topraklardan
ve yitik kuzular
duyamadı artık çoban seslenişlerini.

Devinim, renk ve biçim
dönüyordu sanki aynaların gözlerinde
yukarı ve aşağı doğru
ve ışıtan kutsal bir hâle
yandı ateşler içindeki bir şemsiye gibi
kaba soytarıların kafaları
ve utanmaz fahişelerin yüzleri etrafında.

Acı ve zehirli buharıyla
çekti alkolün bataklığı
etkisiz entelektüel yığınını
dibe
ve iğrenç fareler
kemirdi eski dolaplardaki
altın yapraklı kitap sayfalarını.

Güneş ölüydü.
Ölüydü güneş
ve yitirmişti anlamını yarın sözcüğü
çocuk anlaklarında.
Bu tuhaf eski sözcüğü çizdiler
defterlerindeki kara bir mürekkep lekesi gibi.

İnsanlar
yığınla başarısız insan
geldi gitti bir sürgünden bir sürgüne
ürkerek, felç içinde ve şaşkınca
kendi cesetlerinin çirkin yükü altında
ve acı yüklü öldürme isteği
büyüyordu ellerinde.

Bazen bir kıvılcım
miniminnacık bir kıvılcım bu sessiz ve cansız
topluluğu infilâk ettiriyordu-
Atılarak üzerlerine
kestilerdi erkekler birbirlerinin boğazını
ve ırzına geçtilerdi küçük kızların
kanlı bir yatakta.

Kendi zalimliklerinde boğuldular
ve müthiş bir suçluluk duygusu
felç etti kör ve miskin ruhlarını.

Törensel idamlarda
fırlatırken darağacının ipi
ölünün gözlerini yuvalarından
çekilirdi onlar kendi kabuklarına
ve yaşlı yorgun sinirleri
titrerdi
şehvetle.

Ama bulvarlarda görürdün
her zaman bu küçük canileri
durmuş bakarken
fıskiyelerin sonsuz devinimlerine.

Belki de hâlâ
donmuş derinliklerindeki
ezilmiş gözleri ardında
yaşayan, yarı canlı
bir şey var
en sonunda inanmak isteyen
suyun temiz türküsüne.

Belki
ama ne de sonsuz bir boşluk bu.
Güneş ölüydü
ve bilmiyordu kimse
yüreklerimizden uçan
üzgün güvercinin
inanç olduğunu.

Ah – tutuklu ses
senin umutsuz ihtişâmın asla
kazamayacak nefretli geceden
ışığa doğru uzanan bir tünel
ah – seslerin son sesi…

Füruğ Ferruhzad (1935-1967, İran)

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

20. Sone

Bir kadın yüzüdür doğanın kendi eliyle boyadığı
Senin yüzün, ey tutkumun efendi hanımı;
Kadınlarınki gibi yufkadır yüreğin, fakat bilmez onlar gibi
Ani değişimleri, aldatan kadınların şıpsevdiliğini;
Gözlerin daha ışıltılıdır senin, süzülürken daha hakiki;
Yaldızlar gözlerin baktığı bütün nesneleri;
Erkeksidir bütün renkleri barındıran yüzünün rengi,
Çalar erkeklerin bakışlarını ve büyüler kadınların tinlerini.
Önce bir kadın olarak yaratılmıştın sen;
Sana vurulduğu için Doğa seni biçimlerken,
Bir ekleme yaparak sana, beni saf dışı bıraktı;
Bu benim için önemi olmayan bir çıkıntıydı.
Fakat madem sana bu eklenti yapıldı kadınların zevki için,
Kadınların olsun sevişmenin hazinesi, ve benim olsun sevgin.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Çevirenin notu: Sonelerin çoğunu Shakespeare bir erkek için yazmıştır. Diğer sonelerde bu husus bu sonedeki kadar belirgin değildir.

17. Sone

Gelecek zamanlarda dizelerime inanırlar mı ki
Övüp durursam sadece o en güzel erdemlerini?
Yüce Gök bilir ki, dizelerim hayatının bir mezarıdır sanki;
Şiirimde gömülü hayatının değeri yarı yarıya görülür belki.
Yazabilseydim gözlerinin güzelliğini,
Yeniden sayabilseydim her bir zarafetini,
Gene de, ilerde, “yalancının biridir bu şair” derlerdi,
“Dünyevi bir yüze göklerden böylesi bir dokunuş gelmedi”.
Yıllarla sararmış kâğıtlarım alaya alınır belki,
Çok ve yalan konuşan ihtiyar adamlar misali,
Ve değerlendirilir gerçek değerin bir şair abartısı gibi,
Ve eski zamanlardan uzatılmış bir şarkının vezni misali.
Fakat o vakit hayatta olan bir çocuğun olsa dünyada,
İki kere yaşarsın sen, hem yavrunda hem de şarkımda.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

16. Sone

Fakat neden daha ciddi savaşmazsın
Zaman denen şu kanlı zalimle?
Ve çürüyüşe karşı kendini neden korumazsın
Kısır dizelerimden daha kutlu şeylerle?
En şen saatlerin doruğundasın şimdi
Ve çağırır seni bakire bahçeler,
Boyalı benzerlerinden daha hakiki
Yaşayan çiçeklerini içtenlikle taşımak isterler.
Hayat yeniden çizer onaran çizgileri;
Ne benim çırak kalemim ne de zamanın kalemi
Benzetip dış görünümünü ve iç değerini
İnsanların gözünde yaşar kılabilir seni.
Seni sen yapar kendini bırakman
Ve çizgilerinle belirlediğin hayatını yaşaman.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

15. Sone

Gelişen her şeyin mükemmelliğini sadece bir an
Koruduğunu göz önünde tuttuğumda,
Bilirim yıldızların sessiz yorumlarıyla yazılan
Bir oyun olduğunu şu koskoca sahnedekinin yalnızca;
Büyüdüğünü gördüğümde insanların bitkiler gibi,
Aynı gök tarafından cesaretlendirilip engellendiklerini,
Gençliğin özsuyuyla gururlanırlarken, doruktan düştüklerini
Ve sonra da o cesur duruşlarının unutulup gittiğini –
O vakit bu dönek hayatın geçici hevesi
En çok sana bağışlamışken gençliği, gözümün önündeki
O müsrif zaman karar vermektedir çürüyüşle birlikte,
Çevirmek için gençliğinin gündüzünü kirli geceye.
Ve senin sevgin uğruna zamanla savaşırım ben,
Senden aldıklarını nakşederim sana yeniden.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

14. Sone

Yıldızlardan toparlanmış değildir hikmetim
Ve gene de gökbilimi biraz bilirim,
Fakat söylemek için değil iyi ve kötü olan bahtı,
Veya salgınları, kıtlıkları veya mevsimlerin vasfını;
Söyleyemem kısa süre içerisinde neler olabileceklerini,
Kimin bahtına şimşeğin, yağmurun ve rüzgârın düşeceğini,
Veya prenslere işlerinin yolunda gidip gitmeyeceğini,
Bulsam da çoğunlukla göklerdeki alâmetleri:
Fakat sabit yıldızlar gibi gözlerinden derlerim bilgimi,
Ve gözlerinde bulurum her türden hüneri;
Tıpkı serpilmesi gibi gerçekle güzelliğin birlikte,
Kendini bir yana bırakıp biraz zürriyetini düşünsen keşke.
Aksi halde senin hakkında bulunabileceğim kehanet şu:
Senin sonunla birlikte gelir gerçeğin ve güzelliğin de sonu.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

13. Sone

Ah, keşke hep kendin kalabilsen! Fakat sevgilim sen
Artık kendinin değilsin dünyada yaşamıyorken:
Gelmekte olan bu sona hazırla kendini,
Ve aktar birine o şirin suretini.
Sende emanet olan güzellik bu şekilde
Sönümlenmez işte: sen böylelikle
Ölümünden sonra sen olursun yeniden,
O şirin çocuğun senin şirin biçimini taşırken.
Azgın fırtınasına karşı zemheri günlerinin
Ve o sonsuz soğuğunun kısır öfkesine karşı ecelin,
İnsanı koruyan güzelim bir evi kim bırakır çürümeye,
Onarıp korumak varken tutumlu bir biçimde.
Ah, bunu müsrifler yapar sadece! Sevgili sevgilim, bilirsin
Bir baban vardı senin: bırak, oğlun da böyle söyleyebilsin!

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Gizem

Yüreğe yakın yerden,
orta yerden türeyen üçüncü eli
görmedi kimseler. Bırak, ne sağ
ne de sol el hazırlasın
ağzın için yiyeceği,
veya bir armağan da vermesin,
ki o vakit üçüncü el ustalıkla devreye girer
ve göze görünmeden değiştirir nesnesini
açlığımızın ve armağanımızın.

David İgnatow (1914-1997, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Hareketli Resim

İki kişi gazla intihar eder
karşılıklı anlaşarak
ve polisler içeri girer
kapıları kırarak
ve doktor saygı gösterip
kapatır kitapları
ve komşular ortalıkta dolanırlar
ve korkarak nefes alırlar
ve gazetelerde küçük bir haber
viski reklamının altında bir yerdedir
ve haberler okunur
dondurma veya meyve yenirken
ve gazete kağıdı kullanılır
meyve kabuklarını paketlemek için
ve çöpçüler
boşaltırlar çöp bidonlarını
çöp kamyonlarına
ve kağıt alev alır
ocağın içinde ve geriye doğru siner
kömürleşerek ve kürekle alınır
atılır çamur ovalarına ve ezilir
buharlı silindirlerce katı zemin olana dek
ve bir ev yapılır üstüne
iki kişi taşınsın diye

David İgnatow (1914-1997, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Her Şey Sakin

Nasıl oluyor da bugün kimse bombalanmadı?
Bilmek istiyorum, vatandaşı olarak
bu ülkenin ve bir aile babası olarak.
Beni bilgilendirmeden
kaderimi ellerinizle şekillendiremezsiniz.
Bir bomba patlatabilirim veya bir kafatasını ezebilirim –
Bu barışı her kim başlattıysa
bana danışmadan
bir haber kaynağı aracılığıyla
ki o kaynak aracılığıyla bir protesto dile getirebilirdim
tüm ailemle bir uçurumdan aşağıya doğru giderken.

David İgnatow (1914-1997, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Çevirenin notu: Şiir, ABD’nin Kuzey Vietnam’ı bombalamaya mola verdiği bir zamanda yazılmıştır.

İki Arkadaş

Sana söylemem gereken bir şey var.
Dinliyorum.
Ölüyorum.
Bunu duyduğuma üzüldüm.
Yaşlanıyorum.
Bu korkunç bir şey.
Öyle. Bilmen gerektiğini düşündüm.
Tabii ki ve üzgünüm. Haberleşelim.
Haber veririm ve sen de haber ver.
Ve yenilikleri bildirelim birbirimize.
Kesinlikle, çok yenilik olmasa da.
Kendine iyi bak.
Sen de.
Koşuşturma.
Sen de.

David İgnatow (1914-1997, ABD)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

12. Sone

Saatin kaç olduğunu anlatan çan vuruşlarını saydığımda,
Ve parlak günün korkunç gecede battığına baktığımda,
Gördüğümde menekşenin ışıltısını yitirdiğini
Ve siyah buklelerin beyazla gümüşlendiğini,
İzlediğimde yaprakları dökülmüş o ulu ağaçları ki
Eskiden sıcağa karşı davarlara gölge verirlerdi,
Ve solmuş püskülleri kirli sakallar misali
Hepsi de toplanıp demetlenmiş yazın yeşilliği,
O vakit düşündüm işte senin güzelliğinin de
Böyle heba olup olmayacağını vakit geçtikçe;
Değil mi ki şirin ve güzel şeyler dünyayı terk ederler
Ve başkalarının yetiştiğini görünce hızlıca ölürler.
Zamanın tırpanına karşı bir şey yok yapacak;
Sen göçerken sadece çocuklarındır karşı koyacak.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

11. Sone

Yitip gittiğin hız gibi aynı hızla büyüyeceksin sen
Senden olan birinde, senden kaynaklanan biriyle;
O taze kan seni genç ve diri tutarken
İşte bu benim diyeceksin, gençliğin geçip gittiğinde.
Burada yaşar bilgelik, güzellik ve büyüme
Aptallık, yaşlılık ve soğuk çürüme olmadan.
Herkes senin gibi davransaydı, direnseydi bu sürece,
Sonu gelirdi dünyanın altmış yılda insansızlıktan.
Huysuz, kaba ve basit kişilere bolluk bahşetmedi doğa,
Onlar çoluk çocuk bırakmadan göçüp gitsinler diye.
Bak, doğa kime ihsan ettiyse güzelliği, daha çoğunu verdi sana.
Cömertçe verdiği armağanı cömertçe çoğaltmalısın sen de.
Seni kendi mührü gibi yarattı doğa, ve böylelikle dedi ki
Yarat kendin gibi benzerleri; yok olmasın güzelliğin örneği.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

10. Sone

Utandığından inkâr edersin kimseyi sevemediğini,
Kendi kendine karşı basiretsizsin değil mi ki.
Kabul, sen istersen sürüyledir seni sevecek kişi,
Fakat apaçıktır sevmediğin hiç kimseyi:
Çünkü öldüren nefret gelip oturmuş içine,
Öyle ki beis görmez kendisine kötülük etmekte.
Şu güzelim çatıyı döndürmek istersin harabeye
Ama çatıyı onarmak olmalıydı asıl istediğin gerçekte.
Ah, değiştir düşünceni ki ben de değiştireyim fikrimi:
Nefret mi daha iyi kiracı içinde, yoksa şu soylu sevgi mi?
Cana yakın ve nazik ol kendine karşı, göründüğün gibi,
En azından kendine karşı biraz daha merhametli:
Hatırım için kendinden bir tane daha kendin yarat,
Ki böylelikle kendinde ve yarattığında güzelliğini yaşat.

William Shakespeare (1564-1616, İngiltere)
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy